27 Haziran 2010 Pazar

Anı Yaşamak

Bugün kendimden hiç beklemediğim bir şey yaptım. Saat 10:45 de bir kitap ve biraz para alarak evden çıktım ve köyden ilk minibüse atlayarak Ada'ya (Adapazarı) gittim. Ne yapacağımı tam kestiremiyordum, ama terminale yürürken buldum kendimi indiğimde. Sonra elimde bir Harem bileti vardı ilk otobüse ait. Otobüse bindiğimde hala nereye gideceğimi bilmiyordum. Bütün yol boyunca kitabı okudum ve sayfa kenarlarına küçük notlar aldım.

Kafamı kaldırdığımda Harem'e giriş yaptığımızı fark ettim. Acaba nereye gitsem diye düşünmeye başladım. İndiğimde Üsküdar servisinde oturuyordum. Kız Kulesi mi dedim kendi kendime. Hani o aşık olduğum, İstanbul'un Hanım Kızı, bir prensesin yılan sokmasın diye hapsedildiği kule…

Hayır o değildi. Beşiktaş vapurunda buldum kendimi öğle ezanı karşılıklı iki camiden sırayla okunurken… Tam bir gizem!… Hala merak ediyordum acaba neresi diye… Tam Beşiktaş'tan nerelere gidilir diye düşünmeye başlayacaktım ki denizin güzelliğine kapıldım, bir yanda Hanım Kızın muhteşem görüntüsü, diğer yanda kıtaları kavuşturan Boğaz Köprüsü… Saraylar, yalılar… Düşünecek hal mi kaldı bende.

İskeleye yanaştığımızda hiç düşünmeden ayaklarımı takip etmeye başladım. Onlardı beni buralara kadar getiren, onlardı peşinden hala sürükleyen… Sonra kendimi Çırağan Sarayı önünde yürürken buldum. Anlamıştım artık Ortaköy'e gidiyordum. Boğazın eşsiz manzarasını seyretmeye…

20 dakika kadar yürüdüm. Vardığımda karşılaştığım şey beni kendimden aldı, geri geldiğimde yaklaşık yarım saat geçmişti. Gidip bir kumpir aldım, oturacak bir gölge buldum ve başladım yemeye. Yediğim kumpirin tadı iğrençti ama önemli olan kumpir değildi. Önüme konan güvercinlerin çıkarttığı uğultu, sanki bana "Hoş Geldin" demeleri şahaneydi. Ama önemli olan güvercinler de değildi. Ortaköy camiinin hayret uyandıran muazzam taştan yapısı, karşımda bütün ihtişamıyla duran Boğaz Köprüsü ve Boğazın büyüleyici görüntüsü… Ama önemli olan bunlar da değildi. Önemli olan orda ya da bir başka yerde olmam da değildi…

Önemli olan… Önemli olan…

Anı yaşamak bu olsa gerek…

TT.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dünden sonra mı? Yarından Önce mi?

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Amaçlarımızla ya da amaçsız, umutla ya da umutsuzca , sevgilerimizle ya da sevgisiz, mutlulukla ya da mutsuzca, dostlarımızla ya da dostsuz, cesaretle ya da korkuyla, kazanarak ya da kaybederek, başarılarımızla, hatalarımızla…

Yaşıyoruz…

Bir keresinde bana "Dünyaya ne için gelmişiz" diye sormuştu rastgele biri… "Yaşamak için" demiştim. Tebrik etmişti ve bir açıklama yapmıştı. Tam anlatamamıştı derdini; ama anlamıştım. "Hani her şeyini kaybeder, yolunu bulamaz, karanlıkta kalır da yine de yaşar ya insan; ama bu inançla yaşamak değil, yaşama dört elle sarılmak da değil. Yaşamak işte, yaşamak gerektiği için yaşamak." demişti.

Tamam da nerede yaşamak? Ya da ne zaman?

Dünden sonra mı? Yarından önce mi?

İkisi de aynı şey değil mi? İkisi de bugün değil mi?

Dünden sonra…

Hep dünde kalarak, yaptığımız hataları, duyduğumuz pişmanlıkları, "Keşke"'leri yaşayarak yaşamak. Belki "Ahh.."'lar için suçlamaya birilerini bulacak kadar şanslıyızdır da.

Ya da dünkü başarılarımızı her yerde gururla anlatarak, ama yenilerini yapmadan, yapmaya çalışmadan yaşamak. Çünkü yeterince haz almışızdır onlardan. Yenileri için de tek bahanemiz budur. "Görevimiz bitmiştir artık, bizden sonrakiler yapmalıdır gerisini…"

Ne gelecek için hedefler vardır artık, ne de onları yapacak kadar derman…

"Dünden sonraki gün" budur işte…

Peki yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Yarından önce mi yaşamak gerek yoksa.

Yarından önce… Hep yarını düşünerek. Korkarak, telaşlanarak. Planlar, projeler yaparak. Hedefler koyarak. Çalışarak, sadece çalışarak. Geçmişten ders alarak ya da almayarak…

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Ne fark eder ki… Ha dünden sonra, ha yarından önce…

İkisi de bizi en büyük hazinemizden ettikten sonra, bizi bugünden ettikten sonra ne fark eder…

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

TT.

7 Mart 2009 Cumartesi

Musluk Problemi???...

muslukAklım hala ÖSS'de kalmış olacak ki böyle bir başlık atmış bulundum. Ama burada anlatmak istediğim konu problemler değil çözüm yaklaşımları. Bir mühendis olarak konuyu bir örnekle ele almak daha kolay olduğu için örnekle devam etmek istiyorum.

Diyelim ki "şıp! şıp! şıp!" damlatan bir musluk var. Bu bizim problemimiz. Nasıl da sinir bozucudur değil mi :)

İlk yaklaşıma göre ben çözüm bulabilmek için sadece probleme yani musluğa odaklanırım ve onu söküp yerine bir tane tıpa takarım (ya da ana vanayı kapatırım :)) ve problemi çözdüğümü düşünürüm :) Tabi ki bu yeni bir problemi beraberinde getirir. Artık su da yok musluk da :)

İkinci yaklaşıma göre de ben çözüme odaklanırım ve musluğu yenisi ile değiştiririm. Çözüm sağlar mı sağlar. Ama çalışan bir musluk hurdaya çıkar ve yeni musluk masrafı doğar.

Ve son yaklaşım: Problemin kaynağına odaklanmak. Burada problemin kaynağı nedir? Musluğun içindeki conta. İşte size yapılacak işlem: Musluğu söküp contasını değiştirmek. (Denedim musluğu değiştirmekten daha kolay, ve daha ucuz. En azından evin duvarlarına zarar gelmiyor :)) Artık havuz problemlerine geçebiliriz :)

TT.

17 Şubat 2009 Salı

Pegasus Sırrı

Büyük heyecanla aldığım ama aldığımdan daha az heyecanla okuduğum bir kitap. Açıklamalara ve yorumlara bakıldığında daha çok Da Vinci Şifresi ile karşılaştırılmış, aldığımda da bunun doğru olduğunu gördüm. Argo bir tabirle Da Vinci çakması olarak nitelendirebilirim. (İlgilenenler için benzer bir şekilde Da Vinci çakması olan bir Türkçe kitap da Derin İmparatorluk)

Dan Brown'nun yazdığı kitaplara benzer bir tarzda anlatılmış ancak bana göre hikaye tam oturmamış. Tarihi sadece CIA yıllarındaki eğitiminden bilen bir ajan (Lang) ve ona yardım eden diğer iki ajan (Gurt ve Jacob) (biri MOSSAD'dan) tapınak şövalyelerinin şifrelerini çözmeye çalışıyor ve sonuca ulaşıyorlar. Kitaptaki ana karakter olan Lang, Da Vinci Şifresi’ndeki Robert Langdon’dan esinlenmiş ama onun kadar karizma bir kişiliği yok. Yine diğer karakterler de çok baskın karakterler değiller. Ayrıca kitapta hala anlamadığım (103. sayfa “Portekiz - Aynı gün, saat 08:27” diye başlayan) bir bölüm var, buraya nerden ne zaman ve nasıl geldi bir türlü çözemedim.

Daha güzel olması açısından şifreler daha mantıklı seçilebilirdi ve Lang’a yardımcı olmak üzere bir de tarih profesörü falan bulunabilirdi. Ben Dan Brown anlatımına alışmış olduğum için de böyle düşünmüş olabilirim.

Kitaba verdiğim not ise 5 üzerinden 3.

3 Şubat 2009 Salı

Ne güzel şeydir çocuk olmak

cocukKim çocuk olmak istemez ki? Güneş doğup batıncaya kadar yaşarsın hayatı.
Sevinince gerçekten sevinir, üzülünce gerçekten üzülürsün.
Kızınca bir kerelik kızar, gülünce katıla katıla güler, ağlayınca doyasıya ağlarsın.

Başroller hep senindir çocukken, Shakespeare bile yazamaz oynadığın rolü.
Halbuki başrolde oynatılan figüransındır büyüyünce, her hareketin belirlidir önceden.

Konuşmak da kolaydır çocukken,
İyi söylersen severler, kötü söylersen çocuk deyip geçerler.
Her söylediğin aleyhinde delildir büyüyünce,
"Bin düşün bir söyle", "Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?", …, laflarını işitirsin herkesten.

Hem korkuların da basittir çocukken: Karanlıktan, gök gürültüsünden, örümcekten, böcekten korkarsın.
Sana aittir korkuların.
Büyüdüğünde; insanların sevmemesidir seni korkutan, yalnızlıktır. Sırf başkaları sevsin diye seni, sevmediğin gibi davranırsın.
Başkalarının korkularını yaşar, korkunun kendisinden korkarsın.

Çocukken kriz denince, babanın söz verdiği mavi bisikleti alamayacak olması gelir aklına.
Oysa ki büyüyünce, işsiz kalıp eve ekmek götürememek, o söz verdiğin mavi bisiklet ve diğerleri…

Hayallerin vardır çocukken; dünyayı gezmek, yıldızlara ulaşmak,
Gökkuşağının altındaki hazineyi bulmak istersin.
Lambadan çıkan cinden sonsuz dilek hakkıdır ilk dileğin.
Hayallerini yaşamaya engel tek şey çocuk olmaktır,
Büyümek istersin. Hem de bir an önce.
Yıllar geçmek bilmez bir türlü, günler çok hızlı geçtiği halde.

Ve büyüdükçe küçülür hayallerin.
Küçük bir kutuya bile sığar bir gün.
Kutulayıp saklarsın, belki tekrar açarım düşüncesiyle.
Bir gün açarsın gerçekten, ama artık boştur içi;
Hayallerini erteleyen başka biri için…

TT.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Şu Çılgın Türkler

"15. Tümenin 38. Alayına doğru Yunan birliği harekete geçtiği sırada ağır makineli tüfeklerden biri arıza yapmıştı. İğne mahfazasına bakıldığında iğnenin kırıldığı anlaşılmıştı. Ama bir türlü iğine çıkaracağı bulunamamıştı. Bir yandan da Yunan Birlikleri hızla yaklaşıyordu. Mahfazayı yakalayan Abdurrahman Çavuş; dişleri, dudakları, dili cayır cayır yanarak iğneyi çıkardı, kızgın iğne kovanını dişlerinin arasında çevirerek yeni iğneyi taktı. Çevreye yanık kemik ve et kokusu yayılmıştı. Abdurrahman Çavuş, can acısından ve heyacandan bütün ciğerleriyle bağıra bağıra yakına gelmiş olan Yunan askerlerini biçmeye başlamıştı."

Anlatılmaz yaşanır derlerdi. İşte bu kitap bütün mitleri yıkıyor. Kitabı, sanki savaşın içindeymiş gibi, her şeyi görerek ve hissederek okuyorsunuz. Bir tarih dersi bu şekilde anlatılmalıdır. Tarihin sadece rakamlardan ibaret olduğunu sanırdım bu kitabı okuyana dek. Turgut Özakman'a buradan teşekkürlerimi sunuyorum, tarihimi gerçekten yaşayarak anlamama yardımcı olduğu için.

Kitaba verdiğim not ise 5 üzerinden 5.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Üçüncü sır: "Sevgi"

Nasıl olup da bir anda yok olmuştu? Halbuki daha dün birliktelerdi, havaalanına götürüp uçakla evine uğurlamıştı. Hayatından memnun muydu? Büyük bir memnuniyetle mi yoksa pişmanlıklarıyla mı ölmüştü? Korkuyor muydu yoksa huzurlu muydu? Onu ne kadar sevdiğini biliyor muydu? Nefesini tutmaya çalıştıkça gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
Uçak yere indiğinde doğrudan cenazeevine gitti ve ev annesi ile hayatını paylaşan insanlarla doluydu. Annesi bir Müslüman’dı fakat odada farklı renk ve inanca sahip insanlar vardı. Buradan ayrılalı uzun zaman olduğu için kimseyi tanımıyordu. Bazılarını babasına sorduktan sonra yalnız başına oturan bir kadının yanına giderek: “Ben onun en küçük kızıyım ve buradaki kimse sizi tanımıyor. Annemi nereden tanıdığınızı merak ediyorum.” dedi.
“Üzülerek söylüyorum ki annenizi tanımıyorum”.
“Peki neden burdasınız?”
“Yıllar önce hayatımda çok zor bir dönem geçiriyordum. O kadar güçsüzdüm ki, intihar etmeyi bile düşünüyordum. Otobüste kitap okuyan bir kadının yanına oturmuştum. Yolun yarısına geldiğimizde kitabını dizlerinin üstüne koyarak: ‘Konuşmaya ihtiyacın var gibi duruyorsun’ dedi. Davranışı o kadar içtendi ki, ona her şeyi anlattım. Eve gittiğimde onunla geçirdiğim yirmi dakika benim hayatımı kurtarmştı. Verdiğim karar sadece benim hayatımı değil, pek çok kişinin hayatını kurtarmıştı.”
“Peki bunun annemle ne ilgisi var?”
“O gün o kadar kendime dalmışım ki, kendimi tanıtmadım bile. Üstelik onun da kim olduğunu sormadım. Fakat dün onun resmini gazetede görünce buraya gelmek istedim.”
Önce ağladı, sonra gülümsedi. İçindeki hissi bir türlü anlayamıyordu, üzüntüsünden mi ağlıyordu yoksa mutluluğundan mı bilmiyordu? Annesinin hayatını anlamıştı. O her zaman sevgi dolu bir insandı. Karşısındaki kişiyi tanımıyor olsa bile ona sevgisini veriyordu. İçi huzurla dolmuştu ve bir dua etti: “Allah’ım aynı hayatı yaşamama izin ver.”

Kitabı okurken en çok etkilendiğim kısımlardan biridir. John Izzo o kadar güzel yazmış ki, “Keşke daha önce okumuş olsaydım” dedim.

Okurken benim farkettiğim gibi siz de farkedeceksiniz. Bu sırları hepimiz zaten biliyoruz. Ama nasıl oluyorsa pek çoğumuz uygulamaktan kaçıyoruz. Burada “Sır” kelimesinin anlamı değişmiş oluyor: “Kimsenin bilmediği şey” yerine “Herkesin bilip de kimsenin uygulamadığı şey” oluyor. Kitaba ne açıdan bakacak olursak olalım mükemmel sayılabilecek bir kitap. Bu kitaba 5 üzerinden 5 veriyorum.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Dün - Bugün - Yarın

Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu.

İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı. Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da yarın.
Dün, Bugün, Yarın

Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı. Farkında olmadan rezil etti bu gününü.

Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı… Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşını da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı. Ne yarın ne de dün!


Can Dündar

11 Ocak 2009 Pazar

Peynirimi Kim Kaptı?

Değişim artık her yerde, ayak uyduramazsanız yok olursunuz. Geriye gitmenin en kolay yolu yerinde durmaktır. Bence bir saatinizi ayırın ve bu kitabı okuyun.

Bütün kitaplarında kısa ve öz hikayelerle sade bir anlatımı seçen yazar, bu kitabında da geleneği bozmamış. Değişimle ilgili tüm gerçekleri; kahramanları bir labirentte karınlarını doyuracak “Peynir”i arayan dört sevimli karakter olan güzel bir öyküyle resmetmiş.

Peynir, hayatta elde etmeye çalıştığımız isteklerimizin simgesi. Labirent ise, bu isteklerimizin peşine düştüğümüz yeri temsil ediyor. Öyküde kahramanlar hiç beklemedikleri değişiklerle yüz yüze geliyorlar. Tıpkı gerçek yaşamdaki milyonlarca insan gibi. Bu yüzden kitap okuyucularına bir gün mutlaka yararlanacakları dersler veriyor; onların değişime kolayca uyum sağlamalarına yardımcı oluyor.

İlgilenenlere yazarın “Bir Dakika” serisine bakmayı öneririm.

Kitaba verdiğim not ise 5 üzerinden 3.

Is the glass half empty? Then just tip it over!

Once upon a time, there was a student looking everything with a pesimist aspect, murmuring all the time and always seeing the glass as half empty. The sage used to tell him all the time to focus on positive thinking; however, the student didn’t listen to him.
One day, the sage called him to come. Again, he took a glass and pored water till the half of the glass became full, and then asked to him, ”What do you see?”
The student used to hate this attitude of the sage. The student thought that ”This dotard keeps telling the same things all the time!” He poured the water inside the glass and put the glass inverted. Then, he said ”Now, I see a completely empty glass!” with a nervous voice.
Upon his this behaviour, the sage smiled and yelled ”Excellent!” with enthusiasm.
While the student staring at the sage with twisted eyes, the sage said him, ”Now, you can fill your glass with your desired drink.” and after taking glass he poured tea into the glass.
And then, he continued, ”As you see, if you had poured tea while the half was full of water, the mixture would taste neither as tea nor as water.
So, sometimes, seeing events from full half is not enough. When you cannot find a way-out, it may be more sensible to start from the scratch.

TT.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...