15 Ocak 2018 Pazartesi

PMP Sertifika Sınavı Serüveni Ve Püf Noktaları

PMP nedir? Nasıl alınır? Nereden alınır? Bu sorulara Google’dan yüzlerce sayfa cevap bulmak mümkün, ilgilenenler için yazının sonunda bununla ilgili bir özet de mevcut. Ben burada kendi PMP sertifika sınavı hazırlık serüvenim ve sınav izlenimlerimden bahsetmek istiyorum. Yazı boyunca katıldığım kurstan ve danıştığım diğer kişilerden öğrendiğim püf noktalarını da anlatmayı ihmal etmeyeceğim tabii. Şimdi tecrübelerimi sırasıyla özetlemeye çalışayım:

Eğitim ve Çalışma Süreci


İlk olarak, sınava başvurabilmek için en az 35 saatlik proje yönetimi eğitimi zorunlu olduğundan, 2017 Mayıs ayında 5 günlük (toplam 35 saat) eğitim alarak başladım. Eğitim kurumu olarak Türkiye’de PMI onaylı çok sayıda kurum mevcut. Udemy gibi online eğitim veren sitelerden alınan eğitimlerin de geçerli olduğunu duymuştum, ancak bu şekilde eğitim alıp da başvuru yapmış birini tanımıyorum. O yüzden garanti olması açısından onaylı bir eğitim kurumundan eğitim almayı tercih ettim (İstanbul Kurumsal Gelişim). Çünkü PMI tarafından bir sebeple ret cevabı alırsanız daha sonraki başvurularınızda ince eleyip sık dokuyorlarmış.

Sınav hazırlığı konusunda eğitim kurumlarının farklı eğitim paketleri var, kişisel görüşüm minimum 35 saati tamamlayıp kursta daha fazla zaman kaybetmemek.

Kursta, çalışmaya nerden başlayacağımı ve nasıl çalışırsam daha verimli olacağını öğrendikten sonra haziran ayında çalışmaya başladım. Sınavı Türkçe alacağım için (PMP sertifika sınavı normalde İngilizce olmakla birlikte 2014 yılından beri Türkçe dil desteği de mevcutmuş) kursun da yönlendirmesi ile Head First PMP kitabından çalışmayı tercih ettim.

Kurstaki eğitmen Head First dışında bir başka alternatif olarak da Rita Mulcahy’s PMP Exam Prep isimli İngilizce anlatımlı kitabı önermişti. Sınavdaki sorular Ritanın anlatım şekliyle daha uyumlu olduğu için bu kitaba da göz atmanızı tavsiye ederim. Ayrıca Ritanın soruları da sınav sorularına daha çok benziyor. Head First ise yalın ve basit anlatımı ile, giriş olarak alınabilecek en iyi kitap diyebilirim.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Gap Turu Dördüncü Gün: Şanlıurfa, Halfeti, Gaziantep

Birinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
İkinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Üçüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Eski Halfeti Sabah otelden çıkıp, her zamanki gibi yüzyılın açları modunda :) kahvaltımızı ettikten sonra Halfeti'ye doğru yola çıktık. Fıstık ağaçlarının arasında ilerlerken ilk ulaştığımız yer Yeni Halfeti oldu. Şimdiki adı Eski Halfeti olan bölgenin GAP Projesi ile birlikte Fırat'ın derin suları altında kalmasından dolayı bütün halk yenisine taşınmış. Eski Halfeti'nin turizme açılmasıyla da orada kalan az sayıda aile kendi teknelerini almış ve bütün geçimlerini turizm ve balıkçılık ile sağlıyormuş.
Eski Halfeti'ye vardığımızda ilk fark ettiğimiz şey eskisinin tarihi dokusunun yenisine aktarılamadığı oldu. Yenisinin biraz gecekondu mahallesi gibi havası varken, eski yerleşimler çok daha iyi yapılanmış ve tarihi taş evleriyle muhteşem bir görüntüsü var. Sahil yolu çok kalabalık olduğu için arabamızı girişteki otoparka çektik ve daha önceden telefonla yer ayırttığımız bir tekneye doğru yürüdük.

Şöyle birkaç fon müziği ile kendimizi orada hissedelim :)

Rumkale Urfa ve Antep türküleri eşliğinde Fırat'ın mavi sularına açıldıktan sonra, eşsiz manzarada biraz ilerleyince kesme taşlarla yapılmış Rumkale karşımıza çıktı. O çağlarda nasıl yapılabilmiş olduğuna şaşırdığımız kalede, kayanın nerede bittiği, insan eserinin nerede başladığı ayırt edilemeyecek kadar güç. İnsan gerçekten hayret ediyor :) Tekne ilerlerken hissettiğimiz yeşilin ve mavinin muhteşem kokusu bütün bedenimizi kapladı. Tamamı sular altında kalan köye ulaştığımızda televizyonda da gördüğümüz, her gidenin büyük bir heyecanla anlattığı caminin minaresini ve diğer evleri gördük. Bir yandan hayranlık duyarken, diğer yandan da suların altında kalan bir tarihin ve hayatın üzüntüsünü duyduk. Sonradan öğrendiğimize göre kullanılmayan evlerin damları yaz gecelerinde yıldızlı otel olarak kiralanabiliyormuş. Sırayla gelen diğer teknelerden dolayı yoğunluk olmaması için bekleme yapmadan, biraz yavaşlayarak fotoğraflarımızı çektik ve geri döndük.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Gap Turu Üçüncü Gün: Şanlıurfa

Birinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
İkinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Dördüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Önce fon müziği :)

Atatürk Barajı Vaktimiz az, gezecek yerimiz çok olduğu için sabah kalktığımız gibi kahvaltı bile yapmadan Peygamberler Şehri Şanlıurfa'ya doğru yola koyulduk.
Yolda giderken önce Fırat Nehri üzerindeki köprüde durup nehrin berrak sularının fotoğraflarını çektik ve daha sonra oyalanmadan Atatürk Barajı'nın seyir terasına çıktık.
Kapladığı yer bakımından dünyanın en büyük barajları arasında bulunan Atatürk Barajı ihtişamıyla gözlerimizi kamaştırdı. Baraj inşaatında çalışırken hayatını kaybeden işçiler için seyir terasına dikilmiş olan anıt da dikkatlerimizden kaçmadı tabi ki. Barajın ve anıtın fotoğraflarını çektikten sonra yolumuza devam ettik.

Şanlıurfa merkeze geldiğimizde gördüğümüz şehir manzarası hepimizi şaşırttı. Açıkçası bu kadar büyük ve güzel bir şehir yapılanması beklemiyorduk. Çok acıktığımız için hemen bir kahvaltı salonuna girdik. Kahvaltıda yediğimiz bal, kaymak ve diğerleri o kadar güzeldi ki, buralarda marketlerden aldığımız işlenmiş gıdalara kesinlikle benzemeyen tadına hayran kaldık. Oldukça iyi bir hesapla tıka basa doyduktan sonra şehir içindeki yakın olan yerlere yürümeye başladık. Daha dün eksi bilmem kaç derece soğukta karlar altında donarken, bugün 30 derece sıcakta güneş kremi alıp yüzümüze sürmek zorunda kaldık :) Dört gün içinde adeta dört mevsimi birden yaşamış olduk.

İlk durağımız olan Şanlıurfa Ulu Camii, başlarda bir sinagog iken kiliseye dönüştürülmüş ve daha sonra Selçuklular Dönemi'nde yıkılınca da yerine cami yaptırılmış. Kiliseden kalma çan kulesi de halen minare ve aynı zamanda şehrin ilk ve tek saat kulesi olarak kullanılmaktaymış. Cami avlusunu gezerken yanında bulunan mezarlık kısmının kapısından 30-40 kedinin üzerime atlamasıyla yaşadığım küçük korkudan sonra :) gezimize kaldığımız yerden devam ettik.

3 Mayıs 2015 Pazar

GAP Turu İkinci Gün: Adıyaman, Kahta, Nemrut Dağı

Birinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Üçüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Dördüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.

Önce bir fon müziği vereyim de kendinizi Nemrut yolunda hissedin :)

Nemrut Dağı 24 Nisan sabahı Saat 3 gibi uyandıktan sonra sıkı sıkı giyinip, battaniyelerimizi de alıp Nemrut Dağı'nda güneşin doğuşunu izlemek üzere düştük yollara.

Yarı uykulu vaziyette 50 km yol gittikten sonra dağ yolu üzerindeki bir yerde durup çaylarımızı içtik. Bu sırada yolun kar dolayısıyla kapalı olduğu haberi geldi. Bir anda bütün hayallerimiz yıkılır gibi oldu. Daha sonradan bizden önceki akşam 97 kişinin dağda mahsur kalıp kurtarma ekiplerinin geldiğini öğrendik. Belki biraz da şanslıydık, dağda mahsur kalanlar biz olabilirdik.

Tur rehberimiz bizi ikna edebilmek için aracımızı yolun kapandığı yere kadar sürdü, bu arada hava da aydınlandığından gün doğuşunu izleme fırsatı zaten uçup gitmişti. Gidebileceğimiz yere kadar gittik ama sonunda geri dönmek zorunda kaldık. Rehberimiz çok üzüldüğümüzü görünce öğleden sonra bir daha deneme sözü verdi ve turdaki kalan kısımları gezmek için geri döndük.

Selçuk Köprüsü İlk durağımız Selçuk Köprüsü ve hemen ardındaki tepede kurulmuş Kahta Kalesi. Dağların arasındaki kanyona yapılmış tarihi köprüde inip fotoğraflarımızı çektik, ama hava çok soğuk olduğu için fazla dolaşamadık. Kalenin dibindeki küçük köye çıktığımızda hava biraz daha güzeldi. Yukarı çıkmadan kalenin birkaç fotoğrafını çekip orada pansiyon olarak kullanılan küçük küçük bir evde birer Menengiç Kahvesi içerek içimizi ısıttık.

Bir sonraki durağımız Cendere Köprüsü. Köprü birkaç sene öncesine kadar, hala kullanılmakta olan dünyadaki en eski köprü unvanına sahipmiş. Bugün ise koruma altında ve üzerinden araç geçişine izin verilmiyor. Cendere KöprüsüÜzerinde bulunan yazıtta, Roma İmparatorları'ndan biri olan Septimius Severus tarafından kendisi, karısı ve çocukları adına birer sütun olmak üzere toplam 4 sütunlu olarak yaptırıldığı anlatılıyormuş. Ancak oğullarından biri kardeşini öldürüp dünyada ona ait olan her şeyi yok ettiği için sütunlardan biri bugün bulunmuyormuş. Hayırsız evlat köprüdeki bütün simetriyi bozmuş :)

Birkaç fotoğraf çektikten sonra da önce Karakuş Tümülüsü'ne gittik daha sonra da Atatürk Barajı'nın Adıyaman tarafında dolaştık. Buraları gezerken de Kommagene'nin aslında etsiz çiğ köfte olmadığını :) milattan önce kurulmuş bir krallık olduğunu öğrendik.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

GAP Turu Birinci Gün: Gaziantep

İkinci gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Üçüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.
Dördüncü gün yazısını buradan okuyabilirsiniz.

"Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı?" sözünü araştırmak üzere çıktığımız GAP turundan, "Çok gezen çok yer" sonucuna ulaşarak, kültürümüzden çok kilolarımızı artırarak geri döndük :)

Aylar öncesinden, 23 Nisan'ın Perşembe gününe gelmesini fırsat bilerek Cuma gününü de kapatıp 4 günlük güzel bir seyahat planı yapmıştık. Bizim için çok ama çok eğlenceli bir hafta oldu. Gezip gördüğümüz yerleri burada sizlere de anlatmaya çalışacağım.

Önce bir fon müziği vereyim de kendinizi Gaziantep'teymiş gibi hissedin :)

22 Nisan akşamı Sabiha Gökçen'den Gaziantep'e oradan da daha önceden kiraladığımız aracımızı alarak otelimize geçtik. Gezmeye ve tabi ki yemeye daha fazla vakit ayırabilmemiz için bir gün önceden gelmiş olmamız bizim için gerçekten çok iyi oldu.

Gaziantep Kalesi Daha önce gelmiş ya da buralı olan arkadaşlarımızdan, Gaziantep'te nereler gezilir sorusuna aldığımız cevaplar sadece yemek ile ilgili olduğu halde gezecek çok fazla tarihi yeri var. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki iyi yedik :)

Sabah saat 8 gibi otelimizden ayrıldıktan sonra merkeze yakın Orkide Pastanesi'nde harika bir kahvaltıyla güne başladık. Katmer dışında kahvaltıdaki her şeyi beğendim, fiyatları da oldukça iyi.

Kahvaltıdan sonra Gaziantep Kalesi'ne bakan otoparka aracımızı park ederek kale içerisindeki Kahramanlık Panoraması'nda Gaziantep halkının Kurtuluş Savaşında gösterdiği kahramanlığın sergisini gezdik. İnsanı duygulandıran 45 dakikalık kısa bir belgeselden sonra hanları ve çarşıları biraz dolaştık. Bakırcılar Çarşısı'ndaki sokaklarda ustaların çalışmalarını izledik, orada bulunan ve cafe olarak kullanılan Kaleoğlu Mağarası'nı gördük. Çevrede bulunan onlarca handan biri olan Tarihi Gümrük Hanı'da oturup biraz soluklandık ve ünlü çift renkli dibek kahvelerimizi yudumladık.

Kahvelerimiz bittikten sonra, Gaziantep Mutfak Kültürü'nü anlatan Emine Göğüş Mutfak Müzesi'ni ardından da nadide arkeolojik eserlerin bulunduğu Medusa Cam Eserler Müzesi'ni dolaştık.

21 Nisan 2015 Salı

Haftasonu Küçük Bir Kaçamak: Bursa - Cumalıkızık

Geçtiğimiz hafta sonu çalışma hayatının yoğun temposundan uzaklaşıp biraz olsun kafa dinleyelim dedik ve Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa'ya geldik. Tabi Bursa da büyük bir şehir olduğu için şehir gürültüsünden fazla kaçamadık :)

İlk Durağımız Cumalıkızık Köyü


700 yıllık geçmişi ile Osmanlı'nın ilk dönemlerinde kurulmuş, buram buram tarih kokan sokakları ve evleriyle, tarihi dokusu bozulmadan kalabilmiş ender bir yer.
Uludağ eteklerinde kurulmuş olan 7 Kızık köyünden biri olan bu köye, bir rivayete göre diğer köylerden Cuma namazı kılmaya geldikleri için Cumalıkızık adını vermişler (Diğerleri için buraya göz atabilirsiniz.) Unesco Dünya Mirası Listesi'nde de yerini almış olan Cumalıkızık, merkezden yaklaşık 15 km uzaklıkta ve otobüs/minibüs ile kolaylıkla ulaşılabiliyor.

Cin Aralığı Pansiyon olarak da kullanılan tarihi Cumalıkızık evlerinden birinde kahvaltımızı yaptıktan sonra, taş döşeli sokaklarında biraz dolaştık. Oldukça dar olan sokaklarından bazıları sadece insanların geçebileceği kadar genişliğe sahip, hatta dünyanın en dar sokağı olarak bilinen "Cin Aralığı" aynı anda sadece tek bir kişinin geçişine izin veriyor. Bu sokağı gördüğümde aklıma çocukken kapının kirişlerine tutunarak tırmandığım geldi. Bu köyde çocuk olmak vardı şimdi dedim içimden :)

Osmanlı sivil mimarisinin ilk örneklerinden olan evleri ise gökkuşağı gibi sarı, yeşil, mavi ve mor renkleriyle insanın içini açıyor. Sonradan öğrendiğime göre köydeki 270 evden 180 tanesi kullanılabilir durumdaymış. Diğerleri bakımsızlıktan dolayı kısmen yıkılmışlar. Bundan sonra koruma altında olduğu için kalanı koruyacağımıza inanıyorum.

27 Haziran 2010 Pazar

Anı Yaşamak

Bugün kendimden hiç beklemediğim bir şey yaptım. Saat 10:45 de bir kitap ve biraz para alarak evden çıktım ve köyden ilk minibüse atlayarak Ada'ya (Adapazarı) gittim. Ne yapacağımı tam kestiremiyordum, ama terminale yürürken buldum kendimi indiğimde. Sonra elimde bir Harem bileti vardı ilk otobüse ait. Otobüse bindiğimde hala nereye gideceğimi bilmiyordum. Bütün yol boyunca kitabı okudum ve sayfa kenarlarına küçük notlar aldım.

Kafamı kaldırdığımda Harem'e giriş yaptığımızı fark ettim. Acaba nereye gitsem diye düşünmeye başladım. İndiğimde Üsküdar servisinde oturuyordum. Kız Kulesi mi dedim kendi kendime. Hani o aşık olduğum, İstanbul'un Hanım Kızı, bir prensesin yılan sokmasın diye hapsedildiği kule…

Hayır o değildi. Beşiktaş vapurunda buldum kendimi öğle ezanı karşılıklı iki camiden sırayla okunurken… Tam bir gizem!… Hala merak ediyordum acaba neresi diye… Tam Beşiktaş'tan nerelere gidilir diye düşünmeye başlayacaktım ki denizin güzelliğine kapıldım, bir yanda Hanım Kızın muhteşem görüntüsü, diğer yanda kıtaları kavuşturan Boğaz Köprüsü… Saraylar, yalılar… Düşünecek hal mi kaldı bende.

İskeleye yanaştığımızda hiç düşünmeden ayaklarımı takip etmeye başladım. Onlardı beni buralara kadar getiren, onlardı peşinden hala sürükleyen… Sonra kendimi Çırağan Sarayı önünde yürürken buldum. Anlamıştım artık Ortaköy'e gidiyordum. Boğazın eşsiz manzarasını seyretmeye…

20 dakika kadar yürüdüm. Vardığımda karşılaştığım şey beni kendimden aldı, geri geldiğimde yaklaşık yarım saat geçmişti. Gidip bir kumpir aldım, oturacak bir gölge buldum ve başladım yemeye. Yediğim kumpirin tadı iğrençti ama önemli olan kumpir değildi. Önüme konan güvercinlerin çıkarttığı uğultu, sanki bana "Hoş Geldin" demeleri şahaneydi. Ama önemli olan güvercinler de değildi. Ortaköy camiinin hayret uyandıran muazzam taştan yapısı, karşımda bütün ihtişamıyla duran Boğaz Köprüsü ve Boğazın büyüleyici görüntüsü… Ama önemli olan bunlar da değildi. Önemli olan orda ya da bir başka yerde olmam da değildi…

Önemli olan… Önemli olan…

Anı yaşamak bu olsa gerek…

TT.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Dünden sonra mı? Yarından Önce mi?

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Amaçlarımızla ya da amaçsız, umutla ya da umutsuzca , sevgilerimizle ya da sevgisiz, mutlulukla ya da mutsuzca, dostlarımızla ya da dostsuz, cesaretle ya da korkuyla, kazanarak ya da kaybederek, başarılarımızla, hatalarımızla…

Yaşıyoruz…

Bir keresinde bana "Dünyaya ne için gelmişiz" diye sormuştu rastgele biri… "Yaşamak için" demiştim. Tebrik etmişti ve bir açıklama yapmıştı. Tam anlatamamıştı derdini; ama anlamıştım. "Hani her şeyini kaybeder, yolunu bulamaz, karanlıkta kalır da yine de yaşar ya insan; ama bu inançla yaşamak değil, yaşama dört elle sarılmak da değil. Yaşamak işte, yaşamak gerektiği için yaşamak." demişti.

Tamam da nerede yaşamak? Ya da ne zaman?

Dünden sonra mı? Yarından önce mi?

İkisi de aynı şey değil mi? İkisi de bugün değil mi?

Dünden sonra…

Hep dünde kalarak, yaptığımız hataları, duyduğumuz pişmanlıkları, "Keşke"'leri yaşayarak yaşamak. Belki "Ahh.."'lar için suçlamaya birilerini bulacak kadar şanslıyızdır da.

Ya da dünkü başarılarımızı her yerde gururla anlatarak, ama yenilerini yapmadan, yapmaya çalışmadan yaşamak. Çünkü yeterince haz almışızdır onlardan. Yenileri için de tek bahanemiz budur. "Görevimiz bitmiştir artık, bizden sonrakiler yapmalıdır gerisini…"

Ne gelecek için hedefler vardır artık, ne de onları yapacak kadar derman…

"Dünden sonraki gün" budur işte…

Peki yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Yarından önce mi yaşamak gerek yoksa.

Yarından önce… Hep yarını düşünerek. Korkarak, telaşlanarak. Planlar, projeler yaparak. Hedefler koyarak. Çalışarak, sadece çalışarak. Geçmişten ders alarak ya da almayarak…

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

Ne fark eder ki… Ha dünden sonra, ha yarından önce…

İkisi de bizi en büyük hazinemizden ettikten sonra, bizi bugünden ettikten sonra ne fark eder…

Yaşıyor muyuz? Yaşıyoruz yaşıyoruz…

TT.

7 Mart 2009 Cumartesi

Musluk Problemi???...

muslukAklım hala ÖSS'de kalmış olacak ki böyle bir başlık atmış bulundum. Ama burada anlatmak istediğim konu problemler değil çözüm yaklaşımları. Bir mühendis olarak konuyu bir örnekle ele almak daha kolay olduğu için örnekle devam etmek istiyorum.

Diyelim ki "şıp! şıp! şıp!" damlatan bir musluk var. Bu bizim problemimiz. Nasıl da sinir bozucudur değil mi :)

İlk yaklaşıma göre ben çözüm bulabilmek için sadece probleme yani musluğa odaklanırım ve onu söküp yerine bir tane tıpa takarım (ya da ana vanayı kapatırım :)) ve problemi çözdüğümü düşünürüm :) Tabi ki bu yeni bir problemi beraberinde getirir. Artık su da yok musluk da :)

İkinci yaklaşıma göre de ben çözüme odaklanırım ve musluğu yenisi ile değiştiririm. Çözüm sağlar mı sağlar. Ama çalışan bir musluk hurdaya çıkar ve yeni musluk masrafı doğar.

Ve son yaklaşım: Problemin kaynağına odaklanmak. Burada problemin kaynağı nedir? Musluğun içindeki conta. İşte size yapılacak işlem: Musluğu söküp contasını değiştirmek. (Denedim musluğu değiştirmekten daha kolay, ve daha ucuz. En azından evin duvarlarına zarar gelmiyor :)) Artık havuz problemlerine geçebiliriz :)

TT.

17 Şubat 2009 Salı

Pegasus Sırrı

Büyük heyecanla aldığım ama aldığımdan daha az heyecanla okuduğum bir kitap. Açıklamalara ve yorumlara bakıldığında daha çok Da Vinci Şifresi ile karşılaştırılmış, aldığımda da bunun doğru olduğunu gördüm. Argo bir tabirle Da Vinci çakması olarak nitelendirebilirim. (İlgilenenler için benzer bir şekilde Da Vinci çakması olan bir Türkçe kitap da Derin İmparatorluk)

Dan Brown'nun yazdığı kitaplara benzer bir tarzda anlatılmış ancak bana göre hikaye tam oturmamış. Tarihi sadece CIA yıllarındaki eğitiminden bilen bir ajan (Lang) ve ona yardım eden diğer iki ajan (Gurt ve Jacob) (biri MOSSAD'dan) tapınak şövalyelerinin şifrelerini çözmeye çalışıyor ve sonuca ulaşıyorlar. Kitaptaki ana karakter olan Lang, Da Vinci Şifresi’ndeki Robert Langdon’dan esinlenmiş ama onun kadar karizma bir kişiliği yok. Yine diğer karakterler de çok baskın karakterler değiller. Ayrıca kitapta hala anlamadığım (103. sayfa “Portekiz - Aynı gün, saat 08:27” diye başlayan) bir bölüm var, buraya nerden ne zaman ve nasıl geldi bir türlü çözemedim.

Daha güzel olması açısından şifreler daha mantıklı seçilebilirdi ve Lang’a yardımcı olmak üzere bir de tarih profesörü falan bulunabilirdi. Ben Dan Brown anlatımına alışmış olduğum için de böyle düşünmüş olabilirim.

Kitaba verdiğim not ise 5 üzerinden 3.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...